Samsun; ıslak sokakları, belli belirsiz esen rüzgarları, betonun içindeki demiri bile çürüten nemli havası ve her yerde suyu olan bir şehir. Denizi, ırmakları, gölleri ve balıkçılarıyla suyun şehri.
1979 Kasım ayında doğsam da; büyüklerim, kafa karışıklığı yaratmasın diye 08.01.1980 Samsun doğumlu yazdırırlar nüfusa. Doğum tarihimle birlikte doğduğum yer ve mekan da ilginçliklerle doludur. Samsun Belediye Evleri Mahallesi Marmara Sokak Çıkmazında, üç katlı bir evin bodrum katında elli metrekare bir evde doğmuşum. Burası hem çıkmaz sokağı hem de dik bir yokuşu olan bir yerdi. Hayatımın bundan sonrasında, hem çıkmazlar hem de yokuşlar hiç bitmedi. Doğduğumda babamda askerdedir (Burada Freud’un baba-çocuk ilişkisindeki baba yoksunluğunu halen yaşamaktayım). Annem beni doğururken bir komplikasyon geçirir. Anne hastanede tedavi görür; baba askerde, yeni doğan ben, evde göbek bağımı kesmeye uğraşan komşuların kucağında. Bu kadar yeter sanırım.
Yeni yeni dilleniyor, konuşmaya başlıyorum. Her gördüğüm yemeğe balık diyormuşum. Benim için; tavuk da balık, et de balık, ekmek de balık. Herkesin hoşuna gidiyor bu. Büyüklerim; Güven “Bunun adı ne?” dediklerinde bıkmadan usanmadan bu balık balık diyormuşum. Bu balık sevdası ileriki yıllarda iliklerime kadar işleyecek olan balık ve balıkçılık macerasının temelini oluşturacakmış meğer.
Kalkan balığını hiç sevmem. Kardeşlerim de sevmez. Neden mi? Anneannem sütten kesilen torunlarına, kalkan balığını parmaklarının ucunda ezer damağımızda gezdirirmiş ki ileride balık sevsinler, balık yesinler diye. Çok net hatırlıyorum. Beş altı yaşlarındayım. Dedem, balıkhaneden gelirken eve ayırdığı iri kalkanları getirir mutfağa koyardı. Kalkanlar o kadar büyüktü ki (10-12 kilo) evyenin içine sığmazlardı bile. Kardeşlerimle, hala canlı olan kalkanın ağzına elimizi sokar balığa kendimizi ısırttırmaya çalışırdık. O yıllarda sık sık eve gelen bu kalkanlar, sonrasında bizde kalkanafobiye dönüştü. Şimdilerde ise bul da yiyesin kalkanı!!!
Anne ve baba tarafım Karadenizli, annemin babası Trabzon (Samsun Terme’ye yerleşiyor). Babam ise Ordulu. Annem sahilden, babam dağ köyünden. Bir yanım balık diğer yanım ise fındık…
Biz hep dedemin dizinin dibinde büyüdük. Dede balıkçı, dayılar balıkçı, mahalle konu komşular hep Karadenizli. Aile kalabalık. Neşeli Günler filmi gibi. Dedemin çocukları ve bir de damat. Herkes aynı çatı altında. Belediye Evleri Sahilinde, dedemin küçük bir balıkçı teknesi var. Adı da ailenin ilk torunu olan abimin adı; Ümit-1. Dedem ervahı ezelden balıkçı. Bu amansız hastalık ailede herkese bulaşır ve sonunda erkek çocuklar ve damat da balıkçı oldu. İşler büyür ve Samsun Balık Haline taşınılır. Sonrası malum. Trolcülük yılları, balık satış ofisi, balık satış dükkanı, bir su ürünleri fabrikası. Meceralar, anılar yine anılar…
Çocukluğum Belediye Evleri Mahallesi’nde; mavi deniz ile yeşil Toptepe arasında geçti. İlk balık avı maceramda ilkokul birinci sınıftaydım. İç sularda avlanıyorum! Toptepe derelerinde, soğan çuvallarıyla balık tuzakları hazırlıyorum. Ertesi gün tuzakta balık yok. Yengeç var! Yavaş yavaş türleri tanımaya başlıyorum. Tatlı su, tuzlu su ayrımını yapabiliyorum. Dere nedir, nehir nedir, göl nedir, deniz nedir? Ne, nerede yaşar? Dere balığı, deniz balığı ayırımını yapabiliyorum. Zamanı geliyor ve arkadaşlarla birlikte deniz balığı avına karar veriyorum. Yine birinci sınıftayım. Dedemlerin balkonunda sandık içerisinde duran palamut çaparisini aldığım gibi doğruca deniz kenarına koşuyorum. Kayalıklardan denize atıyorum oltamı. Olta suya batmıyor. Neden mi? Ucunda ağırlık yok da ondan. Balık avlama mantığını öğrenmeye çalışıyorum, derken ensemde bir tokat ve babam. Evden gizli gizli kaçarak gerçekleştirdiğim bu ilk balık avı macerası o gün son buluyor.
Pes etmek yok ilkokul yılları boyunca Samsun Belediye Evleri Sahilinde küçük balıkçı teknelerini, oltacıları, volicileri hayran hayran seyrediyorum. Samsun Balıkhanesi mekanım oluyor. Çat kapı limandayım, çat kapı dedemin ofisinde. Sezona göre ya çekek sahasındayım, ya da trol teknesinde. Beni buradan kovmasınlar diye her işi yapıyorum. Çoğunlukla temizlik ve getir götür işleri. Balıkçı teknelerini, limanda serili ağları, balıkları, balık kasalarını seyrediyorum. Nerede bulursam balıkçılık sohbetlerini dinliyorum. Her şeyi bir kayıt cihazı edasıyla zihnime, kalbime kaydediyorum.
İlkokul beşinci sınıftayım ve bir kitap okuma sevdası peyda oluyor bende. Ömer Seyfettinler, Halide Edipler, John Steinbeckler okuyorum hem de tüm serilerini. Bu kitapların bizim eve geliş hikayesini de çok seviyorum. Hikaye şu: İki dayım, Celal ve Mehmet gençlik yıllarının ateşiyle birlikte İtalya’ya kaçak olarak giderler ve burada bir sirkte çalışırlar. İtalya’da çok güzel arkadaşlıkları olur. Birkaç yıl İtalya macerası devam eder. Yurda döndüklerinde ise İtalyancayı öğrenmiş ve kendilerince entelektüel olmuşlardır. Dayılar, gece yatmadan önce mutlaka kitap okuyup öyle yatarlar. Bu orada geliştirdikleri bir usul olsa gerek. Bir zaman sonra bu kitaplar dayılardan miras bizim eve geliyor.
Ortaokuldayım. Okul arkadaşlarımı alıyor sandalla gezinti yapıyorum. Kürekleri ben çekiyorum. Kimseye vermiyorum dümeni. Yorgunluktan ölene kadar kürek çekiyorum. Belediye Evleri Kumsalı’nda Ömer Aga’nın Papila adlı iki metrelik o muhteşem kestane sandalını kiralıyorum. Kaptanım artık. Havam çok. Kürek de çekebiliyorum. Balık da tutabiliyorum. Çaparili ya da yemli fark etmiyor. İlk tuttuğum balık istavrit (Sipar). Sonraları yemli olta yapıyorum kendime mavruşgil (Eşkina) avlıyorum, bazen de zargana ve izmarit.
Her şeyden haberim olmaya başladığı dönemler. Altıncı sınıftayım ve dedemle tüm Karadeniz kıyılarını dolaşıyorum. Kara salyongozcularından, kurbağacılara; kerevit tutanlardan, deniz salyongozcularına… Balık fabrikalarını, irili ufaklı su ürünleri işletmelerini, göl kenarında livarlarda duran ıstakozları, kan sülüğü avlayanları herkesi hayran hayran seyrediyorum. Sanki burası Samsun ekosistemi değil de Kuzey Yarımkürede Nuh’un gemisi! Aman Allah’ım bu ne çeşitlilik!
Tek başıma defalarca yürüyerek Samsun limanına, çekek sahasına, rıhtıma gittiğim günler. Denizi, gemileri, balıkçı teknelerini aşırı biçimde, nedensiz bir görme arzusu. Bu tutku bende nevrotik bir hal alıyor. Balıkçı teknelerini görmediğim zaman mutsuz oluyorum. Samsun Balık Halindeki koca reislerden spomoniler dinliyorum. Balık ve balıkçılığa dair. Mavzerle yunus balığı avlayan eski reislerin hatıralarını dinliyorum. Hayretler içerisindeyim. Bu sularda sadece balina avlanmamış galiba diyorum kendi kendime. Avdan dönen trol teknelerindeki kasa kasa balıkları seyrediyorum. Kalkanlar, hamsiler, tirsiler, iri iri mezgitler ve en sevdiğim mersin balıklarını. Hepsi de o kadar canlılar ki insana köz kırpar gibi “Na’ber? diyor. Bir çocuk düşünün ki daha on iki yaşında ve denizden çıkan tüm canlıları tanımış olsun. Evet ortaokul çağlarımda avcılığı yapılan tüm türleri tanımış oldum. Bizimkilerin Ege sularında balıkçılık yaptıkları dönemde süngerden tutun da Karadeniz’in en özel türlerinden olan mersin balığına; siyah havyardan, tarama havyara, mumlu balık yumurtasından, salamuraya varana dek tüm deniz ürünlerini, mahsullerini biliyorum artık.
Dedem yasaklıyor limana girişimi. Bekçiye de sıkı sıkı talimat veriyor. Bu çocuğu almayacaksın buraya. Bu iş annemin başının altından çıkıyor tabi. Annem babasına. “Baba bu çocuk okumayacak işi gücü deniz, balık, kayık diyor”. Dedem de kızına dayanamıyor ve ver elini gelsin yasaklar. Ben dinler miyim yasakları? Tabi ki hayır ve limana gizli gizli giriyorum. Rıhtımdaki teknelere çıkıyor ve deniz kokusunu içime çekiyorum. O yıllarda bir türlü yüzme öğrenemiyorum. Boğulmaktan çok korkuyordum. Mahalleden çocuklarla bir adım ötede bulunan denize neredeyse her gün gidiyorduk. Birkaç sefer boğulma tehlikesi geçirmiştim ondan sanırım bu korku. Sonraki yıllarda, okuduğum kitaplarda çok ilginç bir şeyle karşılaştım. Tüm büyük denizciler aslında yüzme bilmezlermiş. Dünyayı The Spray adlı teknesiyle tek başına dolaşan ilk kişi Joshua Slocum, macaracı, bilim adamı; denizci Thor Heyerdahl, ömrü denizlerde geçmiş dedem ve dayım Kenan. Hiç birisi de yüzme bilmiyorlar. Garip bir durum değil mi bu sizce?
Ortaokul sonu ve askeri lise sınavlarına hazırlanıyorum. Kaptan olmak istiyorum. İstanbul Heybeliada Askeri Lisesi (Deniz Harp Okulu) sınavlarına sınav başvurusu yapıyorum. Ön koşulları sağlıyor ve sınav kabul kağıdım eve geliyor ama beyhude. Babam sınava bile götürmüyor. İçimde bir sızı ve onulmaz bir yara. Beyaz üniformaya ve uzak limanlara elveda. Bir dönem kaderime boyun eğiyor ve denize küsüyorum. Kendi kabuğuma çekiliyorum.
1990’lı yıllar tüm yoksunluğu ve tüm yoksulluğu ile ülkenin üzerine bir karabulut gibi çökmüştü. 1994 yılı ve bu güzel rüya sonlanıyor. Dedem balıkçılığı bırakıyor, balıkçılığa dair her şeyini elinden çıkarıyor. Denizle olan bu son birliktelik sanki tüm reislerin makus kaderi. Deniz yavaş yavaş bitiyor ve denizden elde edilen kazanç koca aileyi geçindirmeye yetmiyor. Dedem; Trol teknesini, Samsun Balık Halindeki ofisini, balık satış dükkanını, Terme kerevit göllerini hepsini elinden çıkarıyor. Benim için koskoca bir balıkçılık imparatorluğu da bitmiş oluyor. Tüm imparatorluklar gibi. Travma yaşıyorum. Balıkhane, balıkçılar, balık kasaları ve liman hiçbir zaman gözümün önünden gitmiyor.
1997 yılı liseden mezun oluyorum ve sınav sonrası üniversite macerası başlıyor. Samsun’da Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümünü kazanıyorum. Denizden kopamadım yine. Üniversite deniz kenarında. Ders aralarında deniz kokusunu içime çekiyorum. Vakit bulduğumda sahile atıyorum kendimi. Balık tutmasam da denizi seyrediyorum saatlerce. Balıkhaneye gidemiyorum. Balıkhanede kimsemiz kalmadı çünkü. İçimde buruk bir acı. Dedemden kalan eski siyah beyaz; balıkhane, liman ve balıkçılığa dair fotoğraflara bakıyorum. Limanda yük gemilerini sayıyor, eylül sonu ekim başı gibi Ordu Perşembeden gelen palamutçularla sohbet ediyorum. Yalıdan (Kıyı), volicileri, kefalcileri seyrediyorum.
2002 yılı ve mezuniyet. Mezun olunca KPSS sonucuyla Tokat’a tayin oluyorum. Çok zorlanıyorum tabii ki. Hayatım boyunca hiç denizden ayrılmadım sonuçta. Tokat ve Samsun arasındaki tek bağlantım Yeşilırmak oluyor. Tokattan geçen Yeşilırmak Samsun Çarşamba’dan denize dökülüyor. Ben de sanki Karadeniz’e selam eder gibi her akşam Yeşilırmak kenarına gidiyorum ve bu güzelim nehirden selam gönderiyorum.
Tokat’ta uzun bir süre kaldıktan sonra Samsun’a, Karadeniz’ime geri dönüyorum. Çarşambaya tayinim çıkıyor. Nereden nereye. Tokatta kaldığım süre içerisinde ne mi yaptım? Üniversite aşkımla evlendim. Bu evlilikten iki kızım oldu (Bu satırları yazarken üçüncü çocuğumuz Ahmet Aras’ı bekliyoruz). Tokatta bol bol araştırma yapma imkanı buldum. Tokat’ın havasından olsa gerek seyahatnamelere ve tezkirelere olan merakım burada başladı. Kitaplığımın yarısı seyahatname ve biyografilerle doldu. Samsun’a döndüğümde yazacağım kitapların altyapısını burada oluşturdum. Tokat Anadolu Lisesinde çalışırken ofisim adeta bir müze halini almıştı. Deniz ve balıkçılık fotoğraflarını burada sergiliyordum. Öğrencilerim ve ziyaretime gelenler adeta bir müzeye girmişçesine bu belgelere ve fotoğraflara hayran hayran bakıyorlardı. Kitap yazma fikri de tam burada gelişti. Değerli büyüğüm araştırmacı yazar Hasan AKAR benim çalışmalarımı takip ediyor ve beni kitap yazma konusunda yüreklendiriyordu. Sonunda da öyle oldu.
İlk kitap çalışmam “Samsunlu Balıkçıların Saklı Tarihi 1935-2014”. 2015’te yayınlandı. Tüm kalbimi bu kitaba koydum diyebilirim. İlk göz ağrım. Kitap çıkmış, usul usul ilerliyor derken birden tüm ülkede ve Avrupa’nın birkaç ülkesinde oldukça ses getirdi. Tabii ki bunda Doğan Hızlan’ın etkisi yadsınamaz. Doğan Hızlan kitabı bir fuar gezisinde ediniyor ve köşesine taşıyor. Sonrasında kitabı ara ki bulasın. Nasıl bir duygudur anlatamam. Ufak ufak meşhur olmuştum artık. Türkiye’nin birçok yerinden aranıyor ve kitap hakkında bilgi veriyordum.
İkinci çalışmam “Çarşamba’nın Kıymetlisi Mersin Balığı 1905-2016”, birinci kitaptan kısa bir süre sonra çıktı. “Çarşamba’nın Kıymetlisi Mersin Balığı 1905-2016”, gerçekten çok yorucuydu. Burada gerek kaynak yoksunluğu gerekse saha çalışması beni oldukça zorladı. Bu kitabı Samsun’da bitirmiştim fakat Bursa’ya tayin olduktan sonra ancak yayımlanabildi. Evet Bursa’dayım. Üçüncü kitabıma ve alanla ilgili koleksiyon çalışmalarıma burada başladım. İklim değişikliği ve çevre ile ilgili çalışmalarıma da burada hız verdim. Genel bir kural vardır ya, İstanbul’a ne kadar yakınsanız her şeye de bir o kadar yakın olursunuz derler. Evet gerçekten de öyle oldu. On beş yıllık çalışmalarımın toplamına burada beş yılda ulaştım diyebilirim. Bu süreçte birçok değerli bilim insanına ulaştım ve onlarla birlikte çalışma fırsatını buldum.
Şimdilik Marmara Bölgesi’ndeyim. Hiç bilmediğim Marmara’yı tanımaya keşfetmeye çalışıyorum. Ege’yi de ihmal etmiyorum tabii ki. İç sular, göller ve deniziyle Marmara ve özellikle de Çanakkale Bölgesi oldukça önemli bir saha. Yeni maceralara bilmediğim sulara yelken açıyorum ve neler olacağını merakla bekliyorum.