Sarı telefon kulübelerinin olduğu yıllar. Bir jeton alıp mahallemizin kumsalından kaçak kum alan iki kişiyi polise ihbar ediyorum. Polis geliyor ve kumu boşalttırıyor. Bu benim ilk çevre hareketimdi. Nasıl heyecanlıydım! Yaşım yedi. Doğaya yapılan hiçbir müdahaleyi kabul edemiyordum. Ağaç kesilse müdahele ediyordum, deniz kirlense canım sıkılıyordu.
1990’lı yıllar. Samsun Limanı’na ve denizine kontrolsüzce bırakılan tonlarca foseptik, sanayi atığı, evsel atık ve daha nicesi. Suyun rengi kırmızı kahverengi. Denizin dibi atık pil deposu gibi. Araba lastiği, hastane atığı (atık cam serumlar), demir hurdalar ne ararsanız var. Samsun şelfi adeta çöplük alanı. Yetmiyormuş gibi yabancı yük gemilerinden atılan kuru kafa çapraz kemik işaretli variller Belediye Evleri Sahilinde.
İnsanoğlu önce kendi çevresini algılamaya başlar. Çevremdeki doğa olaylarını erken yaşlarda fark etmeye başladığım yıllarda, Samsun Azot Sanayisinden çiftçilere ödenen tazminatlara tanık oluyoruz. Tekkeköy’de sebze yetiştirenler birer birer çiftçiliği bırakıyorlar. Azot Fabrikası ve Bakır fabrikasından çıkan dumanları seyrediyorum. Samsun karbon altında. Kömür yanıyor her yerde cayır cayır. 1990’lı yılların ortasındayız, ekoloji ekonomiye yenik düşmeye başlıyor.
1986 yılı Çernobil faciası tüm Karadeniz’de ağır bir travma yaratmıştı. İlkokuldayım. Okulda bedava dağıtılan fındıklar geliyor aklıma. Fındıkları Avrupa almıyor radyasyon şüphesi var diye. Öğrenciler fındık savaşı yapıyorlar. Okul bahçesinde her yerde çakıl taşı gibi fındık taneleri. Televizyonda Çernobil tartışmaları. Radyasyon o yıllarda en çok duyduğumuz kelime. Yirmi yıl sonra Karadeniz adeta sahra hastanesi gibi. Kanser patlaması yaşanıyor. Hasta yakınları hastane bahçelerinde günlerce hastalarına refakat ediyor. Uzun, yorucu ve ümitsiz tedavi süreçleri. Her aileden en az bir kişi kanserden ölüyor.
1990’lı yıllar denetimsiz bir çevre. Yıllarca çaresizce denizin nasıl kirletildiğine şahit oluyoruz. Elimizden bir şey gelmiyordu. Sadece bu işin şifahen istatistiğini tutabiliyorduk. O da resmi değildi tabii. Derelerin, nehirlerin, göllerin ve denizin nasıl kirletildiğine şahit olurken birden bu saydıklarımızın hepsinde ani bir bozulmayla birlikte suyun insanoğluna verdiği o bereket kesiliverdi. Bu kaçınılmaz sona yavaş yavaş gidildiğini kimse itiraf etmek istemiyordu.
Önce su kirlendi. Nasıl mı? Tabii ki uzun zamandan beri kullanılan tarım ilaçlarının sayesinde. Kontrolsüzce sulara bırakılan sanayi atıkları, evsel atıklar ve tarım ilaçları. Rachel Carson’un “Sessiz Bahar”’ını okuduğumda kafamda daha da netleşiyordu her şey. 1962’de Amerika’da çığır açan bu çalışma, benim çevre hareketimin de lokomotifi olmuştu. Preparatların, başta DDT ve türevlerinin nasıl birer katil olduklarını kitap bitene kadar soluksuz okudum. Samsun’da yıllardır tarımı yapılan, üretilen endüstriyel ürünler geldi aklıma. Tütün, çeltik ve fındık. İnsanlar ve tüm canlılar, hepsi de ağır ilaçlamaya maruz kalmışlardı. Bu acı gerçek halkın diline de yansımıştı. Mahallemizde Ümmühan teyzemiz sokaktaki çocuklara kızdığında “Aldrin yiyesiceler” diye bağırır hepimiz de çok gülerdik. Ne bilelim Aldrinin zehir olduğunu ki? Ama bir gerçek vardı o da aldrin Samsun’da yoğun bir şekilde kullanılmıştı (Kullanılan tarım ilaçları arasında DDT, BHC, Lindan, Toksafen, Dieldrin, Aldrin ve fosfatlar).
1940’lı yıllarda ABD de toprağa, doğaya savaş açılmıştı. ABD ülke topraklarının neredeyse tamamı ağır tarım ilaçlarına maruz bırakmıştı. ABD Pragmatizmi bize de bulaşmıştı artık. Bizde de durum farksız değildi . “Toprakla savaş için ziraat cephesine” diyordu Köy Enstitülerinin marşında. Toprağa topyekün savaş ABD ile birlikte dalga dalga yayılmıştı tüm dünyada? Ürün çoğaltımı için ABD menşeili ilaçların kullanılması gerekiyordu. İnsanlar inandırılıyordu bu katliama. 1950’li yıllarla birlikte Bereketli Hilal’in bir parçası olan Türkiye’nin toprakları preparatların kuşatması altındaydı. Özellikle deltalardaki büyük plantasyonlar.
1950’li yıllarla birlikte DDT Amerikan bayrağı altında tüm dünyada pazarlanmaya başlanıldı. Tarımsal mücadelede, Amerikan mucizesi olarak görülen bu büyülü karışım aslında zehirlerin anası Medea’ydı.
1950’li yıllardan sonra da ağır bir kirlenme ile karşı karşıya kaldık. Şimdilerde ise ilaçsız hiçbir şey yetişemediğine inandırılan köylümüz, üreticimiz eline tutuşturulan her ilacı amansızca ekosisteme uygulamakta. İlaç kullanmazsa domates olmuyor, patates olmuyor, elma olmuyor diyorlardı. Dahasını siz sıralayın…
DDT ile, doğada hareket eden, etmeyen tüm böceklere karşı bir savaş açılmıştı. Bu savaşın sonuçları çok ağır oldu. Çiftçilere, zararlı diye tanıtılan birçok canlı acımasızca yok edildi. Asıl amaç böceklerin yok edilmesiydi fakat yıllar geçtikçe havada, karada ve suda yaşayan canlıları da yok ettiği anlaşılan DDT’nin en ağır tahribatı böcekler üzerinde oldu. DDT adeta böceklerin kıyametiydi.
1950’li yıllarda tüm dünyada üretim patlaması, nufüs artışını da beraberinde getirdi. Türkiye de bundan nasibini alacaktı tabii ki. Üretim artmış, köyden kente göç hızlanmıştı. Daha fazla enerji gereksinimi barajların sayılarını ve kömür kullanımını artırmıştı. Hatta nükleer santral projelerini bile. 1990’larda sentetik devrimi ve kontsantre devrimi yaşanmıştı. Hızlı bir betonlaşma ile karşı karşıya bırakılmıştık. Emisyon, karbon salınımı, fosil yakıtlar sorunu, hep enerji içindi. Hükümetler birbirleri ile yarışır hale gelmişlerdi. Ülkeler, ne kadar araba ürettikleri, ne kadar televizyon ve buzdolabı sattıkları, yıllık ne kadar ev satıldığı ile övünüyorlardı. Aslında bu yok oluşun ayak sesleri idi. Sanayi üretimi çılgınca kontrolden çıkmıştı ve insanlık bunun farkında bile değildi. Antroposen Çağı yaşanıyordu artık. Petrolün keşfi ile enerji üretiminde yaşanılan patlama ve sonuçta geldiğimiz nokta malum. Şimdilerde ise herkes organik, doğal beslenme yoluyla kanser olmamak için çabalıyor. Pestisitsiz ürün arayışında olan insanoğlu, bir dönem pazardan kurtlu diye almadığı elmaların peşinde.
DDT’de her ülke kendi markasını oluşturdu. Dünyanın birçok ülkesinde DDT’yi sempatik göstermek amacıyla çeşitli resimler ve broşürler tasarlandı. DDT çiftçinin dostu, tarımda “mucize kurtarıcı” olarak tanıtıldı. Ama bir gerçek vardı ki, o da çiftçilerin telaffuz bile edemediği Dichloro- Diphenyl-Trichloroethane tüm zamanların en tehlikeli yok edici zehiri yani DDT’yi.
Samsun lokasyonundan bahsedeceğim sizlere, nasıl bir tahribata uğradığından. Herkesin bildiği gibi önce su kirlendi. Sonra hava. Samsun’da, Türkiye’nin iki muhteşem akarsuyu Kızılırmak, Yeşilırmak. Bu iki akarsuyun oluşturduğu deltalar; muazzam sulak alanları ve gölleri ile kimyasal kirliliğe açık biçimde maruz kaldı. İlk olarak hassas türler azalmaya başladı. Kerevit, salyangoz ve diğer sucul yaşam canlıları yavaş yavaş ölmeye başladı. Atılan her ilaç topraktan suya geçti. Sonunda derelerle ve yer atı suları ile denizle buluştu. Floratik ve faunatik yok oluş hızlandı. Dağlarda ise önce Karaağaç yok oldu. Sonrasında mantar türleri birer birer yok oldu. Fındık tarımı tüm Karadeniz kıyısında, ovada, dağ köylerinde kontrolsüzce uygulama alanı buldu. Daha fazla fındık için ormanlar yavaş yavaş kaçak olarak kesilerek yok edildi. Kayın (gürgen) ormanlarının yerine birçok yerde fındık bahçeleri yer aldı. Fındığa gerektiğinden çok fazla gübre ve ilaç atıldı. Karadeniz artık fındık monokültürüne teslim edildi. Arılar yok olmaya başladı. Kelebekler yok oldu. Kuşlar dağları terk etti. Sadece fındık çılgınlığı Karadeniz’de neredeyse “Sessiz Baharı” getirdi. Gelecekte, fındıkla ilgili aklımda hep şu düşünce yer aldı. “Ya bir gün fındığa bir hastalık gelirse yeşil Karadeniz çöle dönüşür müydü acaba?”
İklim değişikliği ile ilgili en ciddi konuşmaya 1997 yılında tanık oldum. Daha on yedili yaşlarımdayım ve özel bir kanal olan NTV’de küresel ısınma ve iklim değişikliği ile ilgili bir program yapılmıştı. Buzulların erimesinden, karbon salınımına kadar ilk defa duyduğum birçok kavram burada tartışılmaktaydı. Kutup ayıları en belirgin semboldü. Kutup ayısı ve yavruları çaresizce bir parça buzulun üstünde kameralara bakıyorlardı. Program sonunda içim kararmıştı adeta. Bu programdan sonra önüme gelen herkese küresel ısınma ile ilgili bildiklerimi anlatmaya çalışsam da insanlar için bir şey ifade etmiyordu. Çünkü o yıllarda pet şişelerde su yeni yeni satılmaya başlamıştı Samsun’da. Her yerde temiz su vardı. Mahalle aralarındaki çeşmelerde bile. Yakın çevremdekiler şimdilerde ise yirmi beş yıl sonra ne demek istediğimi daha iyi anladılar.
Üniversite yıllarımda, Freud’un ölüm içgüdüsü (itkisi) ve yaşam içgüdüsünü okuduğumda insanoğlunun neden kendini yok etmek için çabaladığına tanık oldum. Bir yandan yaşatmak için çabalayan insanoğlu, yaşatmadan çok hızlı bir biçimde yok etmeye çabalıyordu dünyayı. İnsan eliyle tahribatları incelemeye başladım. Aral Gölü bir faciaydı. Hem de sistemli olarak insan eliyle yok edilmiş en acı tablolardan biriydi. Asvan Barajı, Ruhr Vadisi, 1930 Toz Fırtınası’da (Dust Bowl) öyle. Petrol için kirletilen coğrafyalar; Orta Doğu Yaban Hayatı, Hazar Denizi ekosisteminin tahrip oluşu, Venezualla ve daha birçoğu… Kaybolan türleri şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Hepsi de İnsan kaynaklıydı.
2000’li yıllara gelindiğinde ise ekolojik stres hat safhaya gelmişti. Bazı çevreler ekolojik kıyamet senaryoları hakkında konuşuyorlar ve Avrupa’da birkaç ülke kıyamet ambarı projelerini hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Bu sahada fütüristik düşüncelerden, eskatolojik senaryolardan bahsediliyordu artık. Büyük bir iklim felaketinden sonra yaşanılabilir bir dünya nasıl mümkün olabilirdi? 2004 yılı yapımı iklim değişikliği ile ilgili çok beğendiğim bir film Yarından Sonra’yı (The Day After Tomorrow) seyrettiğimde ne yazık ki insanoğlu artık kırmızı çizgiyi çoktan aşmıştı.
Geldiğimiz nokta birçok garipliklerle dolu. Dünyanın en zengin insanlarından Bill Gates bir kitap yazdı: “İklim Felaketini Nasıl Önleriz?”. Kitapta en bariz düşünce dünyanın sekiz milyar insanı artık taşıyamadığıydı. Sağlık ve eğitimden, temiz enerjiye ve günümüzde 860 milyon insanın elektrikten yoksun olmasına kadar çok ciddi istatistikler var. Yaşlı gezegen artık batmak üzere olan bir gemiydi. Bu gemiden yolcular nasıl tahliye edilmeli ya da denizde atılmalıydı. Karbon salınımında, büyük baş hayvanların payının da olduğunu düşünen Bill Gates dünyadaki hayvan sayısının azaltılması gerektiğini hatta, hücre bazlı laboratuvar ortamında üretilen yapay etin bile kullanılması savunuyordu. Bu saatten sonra karbon salınımlarını ne kadar kıssak da kaçınılmaz sonun iklimin istemediğimiz yönde değişeceğiydi. Peki karbon salınımında, dünyayı mahveden, fakir ülkelerin fakir insanları, yoksa dünyayı tüketim çılgınlıkları ile birlikte her türlü kirleticilerle mahveden zengin ülkeler miydi? Şimdilerde çok uluslu şirketler günah çıkarırcasına geri dönüşüm ürünlerine destek vermektedirler. Bu şirketlerin piyasaya sundukları ürünlerle, sözde çevrecilermiş gibi sevimli görünmeye çalışmaktadırlar.
1988’deki ilk IPCC raporundan bu yana, fosil yakıt kullanımından kaynaklanan yıllık karbon salınımı yüzde 60 artış göstermiştir. 2014 yılının nisan ayında, atmosferdeki karbondioksit seviyesi, son 800 bin yılın en yüksek seviyesine ulaştığı gerçeği tüm çıplaklığı ile karşımızdadır. Stokholm Çevre Konferansı (UNEP 1972), Montreal (1987), Rio (1992), Kyoto (1997), Kopenhag (2009), BM Paris İklim Zirvesi (2015) ile uluslararası düzeyde toplantılar gerçekleştirilse de ne yazık ki amaca ulaşılamamıştır.
Ülkemde iklim değişikliği ile ilgili yeterli adımların atılmadığına tanık olmak çok üzücü. Temiz enerji çalışmaları, fosil yakıt endüstrisinin kontrol altına alınması, sürdürülebilir bir yaşam için acil öncelikte. Doğanın kılcal damarları olan derelere HES’ler yapılırken daha dikkatli olunmalı, her bulduğumuz akarsuya, irili ufaklı HES yapmaktan vazgeçmeliyiz. Dünyayı, ülkemizi daha da fazla ısıtma düşüncesinin yer aldığı projeler üzerinde hassas davranılmalı ve sürdürülebilir ortak bir yaşam için doğanın filtresinden geçirmeliyiz. Covid-19 pandemisinin yaşandığı son bir buçuk yıllık dönemde insanoğlu kendisini sigaya çekmelidir. Alınacak önlemlerde ülke yönetimi ve halk bir bütün olmalı ve aksiyon almalıdır. Ülke olarak Kutup Araştırmaları Enstitüsü, Ulusal Kutup Bilim Programı’nda (2018-2022) yer almamız çok sevindiricidir. Ayrıca ülke topraklarını ağaçlandırma seferberliği ve sıfır atık projesi de uygulanan iyi örnekler arasında yer almaktadır.
Sonunda Holosen Çağından, Antroposen Çağına dek yakıp yıkan yok eden bir insanoğlu ile karşı karşıyayız. Geçimlik tarımla hayatlarını sürdürmeye çalışan insanların yaşadığı zorlu mücadele sürdürülebilir bir dünya hayalinin daha da zorlaşacağına işaret eder nitelikte. Yakın tarihte karbon vergileri ya da daha ağır ütopik bir senaryo karşımıza çıkacak. O da sınırlı su tüketimi ve su savaşları. Bu yakın tahmin aslında herkesin bilip de bilmemezlikten geldiği bir acı bir gerçek. Filmin sonunda avcı-toplayıcı bir tür olarak kalma ile ilgili senaryolardan Taş Devri Senaryolarına dek insanlık içilebilir su, nefes alabilecek temiz bir hava için çalışıp çabalayacak. Bu çağın adının da batarya çağı ve filtre çağı olacağını düşünüyorum. Daha fazla karbon salınımını önlemek için her türlü temiz enerjiyi depolamak, kullanmak için bataryalara, daha temiz bir hava ve su için de her çeşit filtreye ihtiyaç duyar hale geleceğiz. Kızıldereli atasözünde olduğu gibi; insanlık baş döndüren bir hızla gitmişti, fakat ruhlarımız bir o kadar geride kalmıştı. Mavi gezegende, Kaptan Cousteau seyreden son nesil bizlerdik fakat bu yok oluşu hızlandıran ve kıyamet senaryolarını yazan da bizler olmuştuk.